Bugün Ziyaretçi: 32
Tıklama: 315
Online: Sayaç
 

 
 


 HAFTANIN KARİKATÜRÜ





Macarena dansı :D

atam izindeyiz atatürk hareketli gif resmi

Blog Kardeşlerim



 

İçimde Bir Hasret Kaldı Be Ana




İçimde Bir Hasret Kaldı Be Ana
B. Turgay YALANIZ



Rüyamda arkadaşlarımla Cennet'in kapısına doğru koşuyorduk. Kapıya çok yaklaşmıştık. İki vazifeli, ellerindeki listeden gelenleri karşılıyor ve içeri alıyordu. Sıra bana gelmişti. Kapıdaki hizmetliler, ellerindeki listeden ismime baktılar:
- Senin ismin yok!
- Nasıl olur! Biz bu arkadaşlarla beraberiz. Ben onlardan ayrılamam!
- Olmaz! Geçemezsin! Senin ismin yok.
...

O günü her hatırladığımda kafamla ayaklarım arasındaki bütün mesafeler kaybolur; zaman o ânı yaşatmakta ısrar eder. Bu da benim için dayanılmaz olur.
Üniversiteyi yeni bitirmiştim. Orta Asya'da öğretmen olma hayalleri kuruyordum. Başka şey düşünemez olmuştum. Ama bunu açmam gereken birileri vardı:

Ailem!
Nasıl anlatacaktım bunu? Onları razı edebilecek miydim?
Ağız ucuyla açtığımda, "Hele bir gel bakalım..." demeleri beni ümitlendirmeye yetmişti.
Her şeyim hazırdı. Ailemin rızasını alma dışında, bütün hazırlıklarımı yapmıştım. Hayallerim gerçek olacaktı. Çok az kalmıştı.
Cuma sabahı Bursa'ya gelmiştim. Endişe ve sevinç arası bir duyguyla annemin hazırladığı yatağa kendimi attım. Yorgundum; ama ne kadar zorlasam da bir türlü uyuyamıyordum. Nasıl konuşacaktım? Nasıl anlatacaktım? İzin alabilecek miydim? Bu sorular kafama taş olup düşüyordu sanki.
Zor da olsa daldım. Rüyamda annem çantamı saklıyordu. Ve ben ne kadar yalvarsam da vermiyordu.
O heyecanla yataktan fırladım. Siyah evrak çantamı aradım. Evet, rüya gerçekti:
Çanta yoktu!
Diplomam, pasaportum ve diğer önemli evraklarım onun içindeydi. Onlar olmadan yurtdışına çıkamazdım.
Hemen annemin yanına koştum. Bulaşıkları yıkıyordu. Yıkadığı tabakları bir daha, bir daha yıkıyordu. Farkında değildi. Gergin tavırlı hâlleri, çantamı sakladığını hissettiriyordu.
Yalvardım...
Ayaklarına kapandım. "Etme ana! Ben oraya gidemezsem yaşayamam. Bütün arkadaşlarım gitti. Ne olur izin ver gideyim." dedim. Olmadı. İkna edemedim.
O hırsla evin altını üstüne getirdim. Yoktu... Yoktu... Çanta yoktu!
Ne yaparsınız? Nereye gidersiniz? Derdinizi kime anlatırsınız?
İçimdeki öğretmenlik sevdası Orta Asya'da açacaktı; ama hayallerime erken kırağı düşmüştü. İkinci pasaport alma denemem de başarısızlıkla neticelenince ümidim iyice kırılmıştı.
Gidemedim. İçimdeki ateşin beni yakmasını ve kavurmasını çok istedim; ama o da olmadı. Kendimi derin bir çamurun içine çekiliyormuşum gibi hissediyor; arkadaşlarımın hikâyeleriyle avunmaya çalışıyordum. Tek tesellim onlar kalmıştı.
Onların hikâyeleri...
...

Naci Öğretmen
Onunla aramızda o Cennet kapısının önüyle arkası kadar mesafe vardı.
Babasını küçük yaşta kaybetmiş ve geride gözü yaşlı anası kalmıştı.
Bir ana, hayattaki tek tutunacağı daldan; oğlundan ne bekler? O da onları bekliyordu. Kendi eliyle evlendirecekti onu. Torunları olacaktı sonra. Çok torun istiyordu. Bu hayaller öyle tatlı esiyordu ki yüzüne.
Nereden bilebilirdi "bitti" derken uzun ayrılığın daha yeni başlayacağını. Kavuşmadan sayfayı başa alacağını.
Zil çaldı. Evet, gelen oğluydu. Hasretle sarıldı. Öptü... Öptü... Doyasıya öptü. "Bir daha öpemem." korkusuyla belki bir daha... Bir daha.
Naci Öğretmen belli etmemeye çalışsa da, endişeli bakışları annesinin gözünden kaçmamıştı. O da Orta Asya hayalleri kurmuştu. Ama bunu annesine nasıl anlatacaktı?
En sevdiği yemekleri hazırladı oğluna. Ama Naci Öğretmen orada yoktu sanki. Tarhana çorbası bile önünde soğumuştu. Kelimeler mânâlı bir cümle olmaya yetmiyordu.
Nihayet çay faslında geçildi. Soğuyan çaylar birbiri ardına değişiyordu.
"Ana! Ben yurt dışındaki Türk okullarında öğretmen..." Gerisine fırsat verdirmedi anası.
"Sus! Sus! Ne olur sus!" dedi.
Rızası yoktu. İstemiyordu.
Rabb'inin rızasının da annesinin gönlünü almaktan geçtiğinin farkındaydı. Ne yapıp edip onun gönlünü almalıydı. Ayaklarına kapanmalıydı.
Başlar yana düştü. Bakışlar odayı buz gibi yapmaya yetmişti. Annesi yılların ayrılığını gurbet acısına bırakmak istemiyordu. O gece Naci Öğretmen için çok uzun geçti. Bitmek bilmiyordu âdeta. Aklından o kadar çok şey geçiyordu; ama anası aklına gelince ağzı dudağı kuruyordu. Onu razı etmekten başka yolu da yoktu.
Oğul ağlasın da ana duymasın, yüreği sızlamasın olur muydu?
"O gece ne oldu da bana izin verdin ana?"
Bu soruyu anasına defalarca sordu; ama söylemedi. Anlatmak istemiyordu. "Ancak benim başıma basıp gidebilirsin." diyen anası ne olmuştu da sabah oğlunun valizlerini kendi elleriyle hazırlamıştı. Burası hep meçhul kalmıştı.
Oğlunu yanına çağırdı. Başını iki eli arasına aldı ve:
- Git evlâdım. Belli ki seni orada çok bekleyen var!
Naci Öğretmen o hislerle ayağa kalktı ve annesinin ellerinden doyasıya öptü. Hasretle sarıldılar.
Valizlerini alarak evden sevinç ve hüzün arası bir hisle ayrıldı. Rüya gibiydi sanki. Gidiyordu.
Havaalanına vardığında kalkış için son ikazlar yapılıyordu. Uçağın merdivenlerinden çıkarken şöyle bir geriye baktı. Arkasında iki şey bırakıyordu: Birisi çok sevdiği memleketi. İkincisi de gözü yaşlı anası. O zamana kadar tuttuğu gözyaşlarının dayanmaya tahammülü de kalmamıştı.
Anasının ağlamaları aklına geldi. Ayrılırken dudaklarından dökülen sözler eşlik ediyordu gözyaşlarına:
- Ağla ana, ağla. Eğer senden önceki analar ağlasaydı sen ağlamazdın. Sen ağla ki, senden sonraki analar ağlamasın!
...

Aşırı sıcak bir ülkeden, aşırı soğuk bir ülkeye gittiğinden eşi rahatsızlanmıştı
Çocukları olmuyordu. O yaz memleketlerine izne gelmişlerdi. Akrabalarından birinin sorduğu, "Çocuğunuz belki de soğuktan olmuyordur. Yine gidecek misiniz?" sorusuna "Değil çocuğumun olmaması, neslimin kuruyacağını bilsem bir ân dahi tereddüt etmem. Yine giderim!" demesini anlatmak için kaç kelimeyi yan yana getirebilirsiniz?
İşte bu hikâyeleri her dost meclisinde anlatıp içimdeki ateşi dindirmeye çalışıyordum.
Ama nafile. Olmuyordu. Hasretimi daha da alevlendirmekten başka bir işe yaramıyordu.
O yaz Türkçe Olimpiyatı için ülkemize gelen talebe ve öğretmenlerin bir kısmının şehrimize gelecek olması beni heyecanlandırmıştı. "Belki bir şifa olur!" düşüncesiyle beklemeye başlamıştım.

Haziran başlarıydı ve biz dostlarımızla havaalanındaydık. Onları ilk defa yakından görecektik. Çok heyecanlıydık. Kapıdan göründüklerinde kalbimiz duracak gibiydi.
Gelen yabancı çocukları Anadolu'muzun aileleri büyük bir coşkuyla karşıladılar. Onları evlerinde misafir etmek için yarışan aileler de görülmeye değerdi.

Türkçe konuşuyorduk. Ve Türkçe konuşuyorlardı. Kucaklaştık. Günler süren yarışma maratonundan arta kalan yorgunlukları gözlerinden okunuyordu.

Dinlenmeliydiler. Çünkü ertesi gün onları bekleyen yoğun sevgi programları vardı.
Bu satırları yazanın gözü talebelerden daha çok öğretmenlerin üzerindeydi. Onların hâlini, tavrını çözmeye çalışıyordu.

Bütün renkleri tek renge sığdırmış bu genç öğretmenlerin öğrencilerine duydukları sevgiyi anlamaya çalıştım. Savunmasızlıklarından korkup geri çekildim. Çok masumdular.
Geceyle gündüzün arasında sessiz bir koşturmaca gibi yaşadığım bu oyunun galibi yine o öğretmenler oluyordu. Beni aralarına almıyorlardı sanki.
Papua Yeni Gine, Gana, Orta Afrika, Nijerya, Gürcistan, Tayland'dan gelen öğretmenleri gezdirirken delicesine gıpta ediyordum onlara. Türk öğretmenlerin, öğrencilerinin yanında o insanı deli eden sahiplenmeyle dolaşırken aralarından geçmek ve görünmez olmak istiyordum. Ama nafile, gündüzün kızıllığı geceye beş çekiyordu ve benim hesabıma yine bir şey düşmüyordu.

Onlarla geçirdiğimiz her gün benim için dayanılması zor işkence oluyordu sanki. Her programın arifesinde çektiklerimi belli etmemek için yüzümü yırtarcasına yıkıyor ve öyle çıkıyordum onların karşısına. Bitiminde de "Bir sonrakinde ne yapacağım?" diyerek birbirine yapışan ellerimi çözmeye çalışıyordum. Hem onların yanından ayrılmıyor hem de acı çekiyordum.

Anlayacağınız hayat, bütün hâllerini onlardan yana kullanıyordu. Yalnızlaşıyordum.
Garip değil mi?
Evet, imreniyordum onlara.
Dünyanın en güzel işini yapmanın huzuru vardı üzerlerinde
Yanan yüreğime şifa olmayacağını bile bile iki günlük birlikteliğimizde onların bütün hâlleriyle yüzleşmek istiyordum.
Sahipsiz bir yalnızlığın tek müşterisi bendim sanki. Hem onların yüzüne bakmaktan korkuyor hem de gözlerimi ayıramıyordum onlardan.
Ya o talebeler? Karadeniz yöresinde "otarmak" dediğimiz göz hapsiyle önümüzde tutmaya çalışıyorduk onları. Emanetin emanetiydi ve başlarına en ufak bir olumsuzluğun gelmesine dayanamazdık. Okulun yemekhanesinden çıktıktan sonra bir ân öğrenciler gözümüzden kayboldu. Hafif telâşla etrafımıza bakarken o manzarayı görmüştük:
Nijeryalı erkek öğrenciler bizim okulun öğrencileriyle çift kale maça başlamış; Papua Yeni Gineli kız öğrencilerin koluna giren Samsunlu kız öğrenciler dondurmalarını çoktan ısmarlamıştı.
Taylandlı Kusum Nangle'nin koluna âdeta, "Bu benim ve bırakmam." samimiyetiyle giren ilköğretim yedinci sınıf öğrencisi Hatice'ye:
- Kızım bunaltma misafiri. Niye kolunu çekiştiriyorsun? Belki rahatsız olur, demem karşısında Hatice mahcup olmuştu. Taylandlı Kusum'un cevabı bu sefer bizi mahcup etmişti:
- Ben onu çok sevdim. Lütfen üzmeyin Hatice'yi!
...

Akşam saatlerinin yaklaşması hepimizi inanılmaz bir heyecana sürüklüyordu. 20.55'te 30 öğrenci sahne alacak ve Samsun halkıyla buluşacaktı.

Okulun bahçesi tıklım tıklımdı. Herkes bu özel karede yer almak istiyor ve öğrencilerle fotoğraf çektirmek için âdeta yarışıyordu. Bu sahneyi perdenin arkasından seyreden Türk öğretmenler ise kalbleriyle söyleşiyor gibiydi.

Öğrenciler hünerlerini göstermek için sahneye çıkarken benim gözüm yine Türk öğretmenlerin üzerlerindeydi. Onların kalb atışlarını duyabiliyordum sanki. Dayanamasam da bir ân yüreğimi onların yüreğine yaklaştırdım. Öğrencilerini programa hazırlarkenki telâşları, gözlerinden kaybolanları aramalarını görüyor ve bu, için için acıtıyordu beni.

O gün saklanan pasaport ve evraklarımın acısını bu öğretmenlerden çıkarmayı çok istemiştim. Çok isterdim yüzlerine avazım çıktığım kadar onların yerinde olmak istediğimi haykırmayı. Ülkelerine dönerken arkalarından koşmayı ve "Ben kaldım! Nereye gidiyorsunuz !" demeyi.

Ama bunu ifade etmeye ne cesaretim vardı ne de buna kalbim dayanabilirdi. Belki de sadece teselli olma mahcubiyetinde bu satırları yazmaktı yiğitliğim.
Sabrın ayrıntıları ateş olup döküyordu közlerini. Onların o penceresinden içeri girip biraz olsun dünyalarında kalma cesareti olmayan ben, yanlarında daha fazla duramayacağımı anladım ve uzak durmak istedim. Ona da dayanamadım.
"Beni seven arkasında hiçbir şey bırakmasın." diyen o şeker-şerbet sözün büyüsünü fark ettim üzerlerinde.

Ne isterdim biliyor musunuz?
Daha yaşadığı şehri haritada gösteremeyenlere inat; dünyanın en ücra yerinde kaybolmayı ve bir daha bulunmamayı...
"İğne-kuyu hesabı bir dünya kurulurken
Bu uğura adanmış bir damla terim olsa
İkinciler ilklerle Cennet'e kurulurken,
Allah'ım, onların saflarında benim de yerim olsa."
...

"Elma" bir meyve. Doğru.
"Kırmızı" bir renk. Tamam.
Elmadan daha tatlı; kırmızıdan daha güzel, daha renkli, daha sevecen renkler de varmış. Bunları hep o öğretmenlerden öğrendim.
Evet, itiraf ediyorum:
O çocuklar şarkı söylerken dinlediğim musiki, bir sanatçının hünerlerini göstermesinden daha çok, sevginin o inanılmaz büyüsüydü.
İtiraf ediyorum:
Hiçbir millete düşmanlık duymuyorum artık.
Hiçbir ırka, renge...
Yani...
Ümidin ışıkları bir yanıp bir sönse de içimde, ayrılığın penceresi hep açık kalsa da, ben yine o öğretmenlere imreniyordum.
Anlayacağınız, "Ben katılamasam da, insanlığın huzur adacıklarını tesis için çalınan beste en güzel nağmelerle devam ediyordu."
alıntıdır.
Bugün 32 ziyaretçi geldi bişeyler öğrendi onlara bi yardımım dokundu :)

Loading
 
     
Hoşgeldiniz
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol